16

No Comments »

Duygu ile mantığın bağlarını kopartıp paramparça olduklarını izledim o gece. Mantığıma sapladığım her darbe duygu boşluğumun daha çok büyümesine ve onunla birlikte hafiflememe yardım etti. Evden çıkarken kapıyı kapattığım andaki sesi bu hafiflikle açıklayabiliyorum sadece. Arabaya atlayıp en uzak yolu seçmemin sebebini ise sadece 2-3 şarkı daha fazla dinlemek istemiş olabileceğime bağlıyorum. Şarkılardan medet uman bir hayat, kendiyle ne kadar çok baş başa kalırsa kalsın sadece daha çok içselleştiriyor yalnızlığını; daha çabuk kabul ettiriyor, daha kolay kayıyor kelimeler boğazdan sözlere eşlik eden notalarla. Şarkılar kuramadığım her cümlenin dışavurumu gibi gözükse de benim dışımda olup biten her şeyin içimde oluşturduğu kocaman gölge oyunları… Kaç şarkı dinleyerek yaklaştım Cüneyt Gökçer Sahnesi’ne bilmiyorum, tek hatırladığım hava yağmurluydu ve yağmur Ankara’ya gerçekten çok yakışıyordu. Mesa Plaza’yı gördükten sonra Cüneyt Gökçer’e çok az kaldığını fark ederek ayırdım gözlerimi Ankara’dan ve o anda, o en rahatlatıcı sesiyle “mutlulukla ıslansa dünya…” diye bir şey mırıldandı radyo. Gülümsedim. Şarkıların tanıklık ettiği an’ların kokusu ve tadı hiç bozulmuyor.

Elimde sadece üzerinde K-27 numaralı koltuğa oturmam gerektiğini söyleyen harf ve rakamlar vardı. Yüzünü hayal meyal hatırlıyordum. Gidip yerime oturmak en mantıklı olanıydı ama evden çıkmadan mantığımı yanıma almadığım için içeri girip kafeteryanın önünde beklemeye başladım. Salonda da olabilirdi, kapıdan da girebilirdi. O an sadece kapıya bakıp, içeri girdiğini ve bana doğru yürüdüğünü görmek istiyordum; Kuğulu Park’ta eksikliğini hissettiğim görüntü ve birden yanımda belirmesiyle şuan burada olduğumu düşündürten o his… Birden tüm dünyanın zaman ölçeği değişti; bir göz açıp kapama süresinin 0,5 saniye olduğunu ve bu sürede bir sivrisineğin kanatlarını ortalama 400 defa çırptığını duymuştum bir yerlerde. “Göz açıp kapayana kadar” geçebilecek olan zamanın aslında ne kadar uzun bir süre olduğunu ve normal dilimde saniyeden küçük olan tüm zamanlar benim için yokken, tam şuanda, bulunduğum bu yerde, bir saniyenin binde biri hızında otuz üç santimetre ilerleyebilen sesin, yörüngesi üzerinde otuz metre ilerleyebilen dünyanın ve üç yüz kilometre uzağa ulaşan ışığın yavaşladığını ve hareketlerinin tüm işleyişlerini görebiliyordum. Kapı yavaşça kapandı arkasından. Bilinmezliği büyümsemekten kaynaklanan heyecan, kalp çarpıntısı yapardı her zaman. Birbirini daha yakından tanımak isteyen iki insanın, birbirlerini tanıdıkça uzaklaşmaya başlama duygusu ise açıklanamaz bir sistem, insanoğlunun tüketmeye olan bağımlılığı…

Kaç adım sonra yanımdaydı, ellerini arkadan çıkartıp bir buket beyaz gerbera uzattı. Buketi görünce zaman tekrar yeni formuna büründü, aklımdan geçenlerin hızıyla o an ki yaşanan olayın yavaşlığı arasında bir bağ kurdu. Beyaz gerbera gördüğümde duyduğum o katıksız huzuru nasıl tahmin etmiş olabilir? Elinde uzattığı çiçeklerin bir tesadüf eseri seçilerek bana uzatılıyor olması da ihtimaller dahilinde. Tesadüfün ya da beni gerçekten tanıyor olduğu duygusunun peşinden giderek aldım çiçekleri ellerinden. “Merhaba’lar her zaman güzel bir başlangıca yol açar” yazıyordu buketin üzerindeki kartta, gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım ve gülümseyerek “merhaba” dediğini duydum. “Çok beklettim mi? Salona geçmezsin diye düşünmüştüm ben de.”

Tiyatronun başlayacağını haber veren zil dağıttı etrafımızdaki görünmez halkayı. Salona girip arkasından onu takip ederken boynuna ve düşen saçlarına dikkat ettim, ne uzun ne kısa. Gömleğinin yakası omzuna attığı kazağının altında kalmış, kazağı çok hafif eğri duruyor, o an tüm evren o kazağı düzeltmemi bekliyormuş gibi davranıyor. Yerlerimize oturuyoruz, oyun başlamak üzere ve birden duyduğum kokuyla tüm dekorlar yıkılıyor, gözlerimi Kuğulu Park’ta bana bileti uzatırkenki an’a açıyorum; parfümü, Axe Chocolate.

15

1 Comment »

Terk etmeye çalıştığım bu mekan, ona duyduğum arzuyu tüm şiddetiyle ağrıtıyor. Kalp atışlarım git gide hızlanırken onun tüm sakinliğiyle kahvesini yudumlaması, dünyadaki bütün düzeni bozuyor sanki. O an, orda ona bakarken hissettiğim duyguyu iki elimin arasına sıkıştırıp ateşe vermek ve küllerimden cesaretimi büyütmek istedim. Hiç tanımadığım birine karşı duyduğum ateşte cızırdayan ve arada bir alev alıp sönen, üç beş önemsiz duygudan bahsediyorum belki de. Benden başka kim bilebilir ki bunu? Ten’in daha derinlerine dokunabilmeyi başarabilmiş bir insan evladı var mıdır bu soğuk yeryüzünde, bütün bu soğukluğun korkutucu serinliğine rağmen, parmaklarından alev alarak titremeye başlayacak kadar? Bu kadar sorunun içinde yığınla birikmiş cevapların anlamsızlığı gibi varlığım; hiçbir sorunun cevabı hiçbir cevabın içinde değil. Birbirine sürtünen iki bedeni görüyorum onun zihninde; bedenler uzuvlarını esaretten kurtarmış, mücadele ederek iç içe geçmişler ve ne yazık ki iki koca ruh bir köprüyü yakamadan yere çakılmış. Koskocaman bir ziyan; anlaşılmamış bir sürü kelimenin boşa tüketilmiş birer nefesi... Garson, gözlerimin içine bakarak anlamaya çalışıyor dünyamı, şaşkın haliyle, debeleniyor. Nasıl bir sorumluluğun altına girdiğinin farkında değil. Ben bile baştan aşağı kendimin nasıl bir sorumluluk olduğumu anlayamıyorum; onu kabullendim zamanla ama hala üstlenmeye cesaret edemedim. Göz göze geliyoruz, yüzündeki tebessümü yakalıyorum, ne çok şey mırıldanıyor gülüşü. Onunla da tanışmış oldum; hem sütlü kahveyi seviyor, hem çok güzel gülüyor. Sanırım zihninde gezinirken onu uyandırdım ve şimdi kalkmış masasından içeriye doğru geliyor. Bana doğru. O yaklaştıkça, ona duyduğum bu dokunma arzusu, sayfalarını aşındırmanın yarattığı şiddetli bir kaosa dönüşecek, biliyorum. Aniden bir dönüşüm geçireceğim ve tanıdığım bütün insanlar silinecek zihnimden. Ona bakıyorum, görmeye başlıyorum. Nasıl da şeffaflaşıyor adımları ve soyunuyor vücudu. Tüm çıplaklığıyla karşımda şimdi, gülümsemesi hala yüzünde, oynuyor dudakları; “Sanırım ben de kahveni nasıl içtiğini merak ediyorum.”

An’ları incecik bir ipe dizerek diktiğim dünyamın heyecandan atan kalbini hissetmeye başlıyorum. O an’a dek, öğretilen bütün duygular izini bırakarak çıkıp gidiyorlar parmak ucumdan. Ona bakarken geçmişime meydan okuyordum ve kitabı geri uzatıyordu bana, kıvrılan sayfası konuşmaya başlıyordu;

"Anlaşmanın sevişmekten hiçbir farkı yok diye fısıldıyor bütün rüyalarım. Zevkin doruklarında haykırıyorsun bir insanı anlarken. Gerisi ise boşlukta havalanan bembeyaz bir tüyün huzuru ve gitgide sıkışan kalbinin bir yabancının elindeki kıvranışı. Etrafındaki bütün bu olup bitenler sanki masalda çıldıran sevimli kahramanların koşuşturması gibi. Öyle bir karmaşa içersinde sürünüyorsun ki, o gelip seni en can alıcı yerinden öpüyor ve başlıyorsun anlaşılmaya. Karşılıklı soyunmaya başlayan vücutların giysileri yırtık pırtık ve ruhları da yamalanıyor sevişirken. Sabah olup terk ediyorsun yatağı sanki hiç anlamamış ve bugüne kadar da hiç anlaşılmamışsın gibi. O da uyanıyor senin arkandan, sen kahve makinesinin yanında saçlarını toplarken unutuyor her şeyi ve yeniden doğuyor gülüşü. Sen mi? sen çok seviniyorsun; “konuşulacak ne çok şeyimiz var, otur sen, geliyorum şimdi” diyerek dudaklarını ıslatıyorsun, derin bir nefes çekip başlıyorsun anlatmaya."

Sonra ekliyor; “Bu romandan etkilenmemek mi? mümkün değil.”

14

3 Comments »

Elimde tuttuğum dikdörtgen kağıda ne kadar öylece bakakaldığımı ve kağıtta yazan üç-beş kelimeyi kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum. Kafamı kaldırdığımda kavga eden çiftin yüzünde hafif bir tebüssüm vardı ve çikolatalarını çoktan bitirmişlerdi. Kuşlara yem atan ufaklık annesiyle birlikte banka oturmuş ve huysuzluk yapmaya başlamıştı. Dilenci etrafta gözükmüyordu ve selpak satmaya çalıştığı adamın oturduğu yer de görünüşe göre yeni bir çift tarafından geçici bir süreliğine sahiplenilmişti. Kuğulu Park’ın asıl sahipleri beyaz kuğularsa benim buradaki varlığımı pek de umursamadan suda salınmaya devam ediyorlardı. Hayatın tüm bu çarkı, elli santimetre yanımdan geçen kadının dün gece başından neler geçtiği hakkında hiç bir fikrim olmadan dönmeye devam ederken ve etrafımda o kadar çok insan varken hissettim Sonbahar’ı tüm çıplaklığıyla. İçimde biraz önce yediğim dondurmanın soğukluğu ve ağzımda karamel tadı vardı. Rüzgarda savrulan saçlarımı özgür bırakıp, durduramadığım sorular sormaya başladım sonra.
Gitmeli miyim? Daha önce hiç karşılaşmış mıydık yoksa burada mı gördü? Ne zamandan beri yanımdaydı ve ben nasıl fark etmedim? En önemlisi -kullandığımız zaman diliminde- ne kadar zaman geçtiğini bilmesem de şuan yüzünün ne kadarını hatırlıyorum? En çabuk yüzün unutulması ne kadar saçma diye kızdım kendi kendime, sanki beynime o komutu ben gönderiyormuşum da tüm bilinçaltım başkalarının emrinde şekillenmiyormuş gibi. Ses tonu kendinden o kadar emindi ki, gereksiz bir güven veriyordu. “Ses tonumu bile duymadı?” diye düşündüm, konunun anlamlandıramadığım cümlelerini savunarak. Ses tonu önemliydi, ses tonu bir insanın kişiliği hakkında %40 fikir sahibi olunmasını sağlayan önemli bir ayrıntıydı. Sonra hayatımdaki bir çok detayda olduğu gibi bu detaya da sadece benim dikkat edebilecek olmama hak verdim. Anlam veremediğim her noktaya anlam vermeye uğraştığım için şuan telefonuma gelmeyen bir mesajı bekliyordum. Yüzümdeki aptal gülümsemenin sebebi bileti elime tutuşturup hiç bişey söylememi beklemeden uzaklaştığı içindi biliyorum, düşünmeme fırsat verip de beş saniye daha gitmemiş olsaydı bilinçaltımdaki “gerekliliklerin” ona hazırladığı bir sürü reddeden ve onur kıran kelimeler topluluğu vardı. Söylememe fırsat vermediği kelimeler şuan sadece merak’a ve gülümsemeye dönüşmüştü.
Tüm bu kontrol edemediğim olayın içinde belki duymamışımdır düşüncesiyle gözlerimi tekrar biletten ayırıp diğer elimde tuttuğum telefona çevirdim. Üzerinde sadece saatin kaç olduğunu gösteren rakamlar vardı. O an operatörümün tam olarak çekiyor olmasının, telefonuma beklediğim mesajın gelmemesini açıklayabileceğini sanmıyorum. Bir anda aklıma kokusu geldi, bileti bana uzatırken parfümünü duymuştum. Adı neydi?

13

No Comments »

    
    
   İçimdeki çığlık atma isteği İstanbul’un Boğaz’ında düğümlendi. O düğümü oracıkta çözebilseydim, deniz dalgalar arasında bütün klişeleri oracıkta boğacaktı sanki. Beynim tekrar geriye sarıyordu düşüncelerimi, gözümün önüne düşüyordu aklımdan geçenler, sonra onun resmine rastlıyordu zihnim. Okuduğum romanın ilk satırlarıyla oynamaya başlıyordum birden; orda bahsi geçen kahveden ben zaten bir yudum almıştım ve bütün cesaretimi katlayıp kitabının arasına sıkıştırmıştım. Belki de cesaretim orda sıkıştığı için adımlar koşarak uzaklaştı ondan; yetmedi daha fazlası için. 

   Birden “o an olması gereken buydu” diye düşünürken kendimle tartışmaya başlamıştım;  “Gerek miydi? Hayır, aslında, hayatta, olması gereken bir şey yok ki.”dedim yüksek sesle. Sürekli olması gereken şeylerin etrafında debelenen bunca insan, neden gerek’lere bu kadar saplantılı? Onlara göre, “tanımadığım” bir adamın masasına gitmeme gerek yoktu. Gereklilikleri doğrularıyla orantılıydı, çünkü gerek’leri taktik dolu kurallarla bezenmişti. Oysa onlarla aramızdaki en belirgin fark; lügatlarımızdı. Ben “olması gereken buydu” dediğimde evrenle aramdaki bir uyumun sahnedeki oyunundan bahsediyordum, onlar ise yapılması uygun olan şeylerden. Gülüyordum. Bu benim umurumda değildi, peki ya onun? Kendimi gülmekten alamıyordum; o benim için neyin gerekli olduğunu neden umursasın ki? 

   Eğer onların dilinden konuşmayı seçersem belki birkaç kelime oyunuyla sorunu şu şekilde çözebilirdik; -ne de olsa kalıplar onlar için güvenliydi, demek istenilen mühim olmadığı gibi tehlike de yoktu- o masaya gitmem gerekiyordu. Halbuki ben, sadece, o masaya gitmek istiyordum. Bu tek başına yeterli değil miydi? İstemenin içinde sakladığı tutku bana kitaptaki “renk cümbüş”ünden yansımıştı sanırım, evrenin içinde gizlenen işaretlerle etrafım çevrelenmişken gereklilik listesini üzerimde taşıyamıyordum. Nefes alış verişlerim gitgide hızlanıyordu. Yeryüzüne kokusu sinen bu kurallar içinde ortalama insan ömrü ne kadardır? Ne kadarını kalıplar içersinde eritiyoruz da, yavaş yavaş, fark etmeden, yaşarken bile ölmeye başlıyoruz? Yine yapıyorum, yine soruları durduramıyorum. Durun.

   O kitabı masasına bırakmadan önceki ayrıntıyı hatırlıyorum; romandaki önsöz. Yırtıp atıyorum o sayfayı, böylece ona bir romanı rahatlıkla, dilediği gibi, bir şey ön görülmeden okuması için yardım ediyorum. Ne bir önsöz, ne bir son söz.. O roman her ayrıntısıyla orada yaşanmıştır ve başka hiçbir söze ihtiyacı yoktur. 

     Telefonum çaldığında artık geride bıraktım sandığım adamdan sadece beş adım ötede olduğumu fark ettim. Ekrana sıçrayan kuş pisliğinin şans getirdiğine inanmak isterdim ama o oracıktayken saçımdan damlayan bu pislikle ne kadar şanslı olabilirdim ki? Soluğu tuvalette alırken konuşuyordum aynadakiyle; o an zamanı nasıl oldu da durdurabildim? Garson kapımı çalıyordu, -“Hanımefendi, iyi misiniz?”. -“İyiyim iyiyim, sadece biraz şanslıymışım bugün.” diyerek açtım kapıyı ve hemen oranın başka bir çıkış kapısı olup olmadığını sordum. Üzerimdeki bu heyecanı da o kitabın arasına katlayıp koymuş olsaydım eğer, adam hemen yardımıma koşacak ve bu hızla akıp giden dakikaları saatlere yayarak beni sakinleştirecek gibi hissediyordum. İlk defa mı böyle bir şey hissediyordum, yoksa ilk defa mı olması gerekenleri unutup ruhumu havalandırıyordum, bilmiyorum. Sadece onunla aramda bir bağ vardı ve ben orayı bir türlü terk edemiyordum.

12

No Comments »


“Bir gün içinde ne yapabilir ki monoton hayatı olan bir insan?” cümlesiyle konuştum o gün. Sabah kalkar; sabah kalktım. Elini yüzünü yıkar; elimi yüzümü yıkadım. Yalnızsa kahvaltı yapmaz, evde birileri varsa kahvaltı yapar;  annemle kahvaltı yaptım. İşe gider; işe gittim. İşte rutin yapılacakları gerçekleştirir; rutin yapılacakları gerçekleştirdim. Öğle yemeğini yer; öğle yemeğimi yedim; rutinlere devam eder; rutinlere devam ettim. Arada sırada telefonla konuşur; üç-beş defa telefonla konuştum. Tuvalete gider; tuvalete gittim. Mesai saatinin bitmesini bekler; mesai saatinin bitmesini bekledim. Mesai saati biter; mesai saati bitti..

Sonra eve de dönebilirdim; ama ben “nasılsın?” mesajının peşinden gitmeyi tercih ettim. Önce Kuğulu Park’a inip belki kendimi biraz şımartmak için dondurma aldım. Karamel, vanilya ve kakao… Sonra, iki gün önce gelen mesaja girip baktım tekrar. Gözbebeğim tek tek tüm harflerin üzerinde dolaştı milyon defa, tek tek harfleri büyülttü, küçülttü ve beynim “nasılsın?” sorusuna nasıl bir cevap verilebileceğini düşündü. Cümlenin tüm ögelerini içinde bulunduran bazı kelimeler vardır, upuzun bir mesajdan çok daha fazla anlam barındırırlar içlerinde. Eğer bana nasıl olduğumu soruyorsa ya duyabileceği her cevaba kendini hazırlamıştır -mesela o an ondan habersiz onunla birlikte olabilirim, nefes alışlarını hissediyor olabilirim, göz kapaklarının düşüşünü ve sonrasında da uyurken yastığına nasıl sarılarak uyuduğunu izliyor olabilirim - ya da tamamen “iyiyim sen?” diye geçiştirilecek bir cevap bekliyordur - ki böylesi bir durumda onun ses tonunu, vurdumduymazlığını ve soruyu sorup cevabını dinlememe gibi en nefret ettiğim mimiklerini hayal edip ona göre cevap vermeliyim. Hangi yolu seçmem gerektiğini bilemeden “evde misin?” diye yazdığımı gördüm ekranda. Ve alelacele “gönder”e bastım. Sanki şuan gönderemezsem evrendeki tüm küçük şeylerin bir anda işbirliğine girip değişeceğini, tüm tılsımın yok olacağını, yerine yenilerinin ekleneceğini ve bir daha böyle bir fırsatın elime geçemeyeceğini düşünerek dokundum “gönder”e. Nasıl olduğum umurunda değildi, umurunda olup olmadığım da o anda benim umurumda değildi.
Cevabı beklerken etrafı izlemeye başladım. Annesinden biraz uzakta bir ufaklık kuşlara kahkahalarıyla birlikte yemleri savuşturuyordu. Az ilerisinde bir dilenci bankta yalnız oturan bir adamın hüznüne selpak satmaya çalışıyordu. Kuşlar için yem satan kadın gülümseyerek ufaklığın koşuşturmacasını izliyordu. İki sevgili kavga ediyorlardı birbirleriyle, kızın haklı olduğunu düşündüm. Sonra “sonbaharda hep kavga ederler.” diyen sesini duydum sol tarafımda. Tanımadığım biri benimle konuştuğunda yüzümdeki o engelleyemediğim şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Bence iki hafta sonra çarşamba günü bir planın yok ve tiyatroya bilet aradın; ama ben 2 bilet aldığım için bilet bulamadın. Bence güzel bir başlangıç, oyun çok güzelmiş.” diye devam etti ben daha şaşkınlığımı hazmedemeden. Bileti elime tutuşturup, yürümeye başladı. Kavga eden iki sevgilinin önünden geçerken cebinden bir çikolata çıkartıp ikiye böldü ve onlara verdi, yine gülümseyerek. Çikolatanın anlık mutluluk aşıladığının farkında. Şaşkınlığı bir tarafa bırakıp elimdeki biletin gerçekliğini hissetmeye ihtiyaç duydum, gülümseyerek bilete baktım:
 "Aşk Hastası - 17 Ekim Çarşamba – Saat 20:00 – DT Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi."

11

No Comments »

Her sabah öpücüklerle uyandırırken onu, saçlarım yüzüne değdikçe, gülümseyişini içime çekerdim. Burnuna doğru yavaş adımlarla giden kahve kokusu nefesimden daha sıcak değildi. Bu yüzden en sevdiği kupasında dudakları gezinirken, birden vazgeçip benim sıcaklığımı içiyordu tek  seferde. Odanın sıcaklığı kahvedeki sütü çoğaltıyordu sanki.. Sanki süt çoğaldıkça ruhumuz beyazlıyor, beyazlar içinde huzurumuz tutkuya karışıp her bir uzvumuz renk cümbüşü oluyordu.

   Hapşurdu; kesildi sözcüklerin sevişmesi. Kahvem çoktan soğumuş, insanlar çoktan bıkmıştı. Kitabın kapağını kapadım. Başımı kaldırıp karşı masaya bakarken saçlarım rüzgarda savruluyordu. Esintinin  gücü ve hazzıyla parmaklarım sanki istemim dışında oynamaya başladı, sonra ellerim; her şeyi yeniden çizmemi, ona renk vermemi istiyordu. Kendimi o an bir tablonun parçası gibi hissediyordum; yağmur, damlalarını rüzgarın coşkusuyla bir bir bırakırken beyazlığa, bütün o boyalar birbirine karışıyor, dağılıyor çizgiler ve sen aniden resimdeki ağız burun oluveriyorsun. O da yetmiyor; ağıza kondurulmuş bir öpücük oluyorsun. Garsona seslendi; kahvesini yenilemek istiyor. Ama bir ayrıntıyı kaçırıyorum; kahvesi Türk asıllı değildi  evet ama nasıl içiyordu kahvesini? Sütlü müydü acaba? Bilmiyordum. Halbuki kahve önemliydi; satırlarımın susuzluğunu gideren tek sıvı.. ve muhtemelen önümdeki kitabın da onunla büyük bir geçmişi vardı.

   Kahvesi geldi, gazetesini katladı, denize doğru çevirdi sandalyesini. O an yüzümdeki tebessümü kırıp parçalamak ve içinden neler çıkacak görmek istedim; fakat sonra aklımdakilerle gözgöze gelip, köşede beklemelerini ama eğer gecikirsem de burayı terketmelerini söyledim. Yavaşça masaların arasından geçtim, kitabın ilk sayfasını kıvırdım; kahvesinden bir yudum alıp, "Sence de güzel bir başlangıç değil mi? Kesinlikle okumalısın."  diyerek  masasına bıraktım. 

   Kahvesi sütlü.. sütlü kahve benim vazgeçilmezim. Bitmemiş bir romanı ona armağan etmek; romanın devamını ondan dinlemeyi umut etmek.
Hem, neden olmasın ki?

10

No Comments »


Mutsuzluğuyla eğlenen bir kalbim olduğunun ayırdına bugün tekrar vardım. Kelimelerimi mutsuzluk oluşturuyor, mutsuzluğu mutluluk, mutluluğu da yeniden kalbim… Öylesine yürüyordum bugün Tunalı’da, işten çıkıp birkaç bardak bira içmeye arkadaşların yanına doğru gittim. Tunus’ta hep oturduğumuz pub’da, aynı masa olmasa da aynı insanlarla, aynı muhabbetler edildi tekrar. Aynı cümleleri kaç farklı insana kaç kere kurduğumun istatistiğini tutmadım ve yine aynı konuyu anlatırken kaç bardakla yüz seksen derecelik açı kurduğumu hatırlamıyorum. Başta masada beş-altı kişi kadardık, ben içtikçe anlattım, ben anlattıkça masadakilerin sayısı azaldı. En son bardağı tek başıma içtiğimi biliyorum. “Nasıl oluyor anlamıyorum” diye başladı ağzımdan çıkan ilk cümle. “Abi bir insan hayatında her şeyi doğru yapamaz biliyorum. Ama bazı hatalardan zamanla ders çıkarması gerekir. Eğer o hatadan zamanla ders çıkarılamıyorsa bir sorun vardır ve onu çevrendeki herkes ‘hata’ olarak nitelendiriyorsa demek ki yaptığın işte gerçeklik payı olan bir yanlışlık var.” derken karşımdaki ilk kişiyi kaybettim. Sonrası bilindik ve milyonuncu tekrarını yaptığım hikaye… Ve sonra bir kişi daha eksildi.
Aynı filmin kaç farklı galası olabilir bilmiyorum. Zamanı ileri aldıkça sanki aynı film tekrar tekrar gösterime girmeye hak kazanmış gibi davranıldığında ve üstüne üstlük her galada sanki hiç yaşanmamışlar yaşanacakmış da filmin senaryosunda farklılıklar varmış gibi davranıldığında doğuyor içimdeki bıkkınlık hissi. Sonrasında bir gala daha bitiyor, ne senaryoda bir değişiklik var, ne başrol oyuncularında, ne de mekanda… Tek değişken zaman. Zamanın insanları daha çok olgunlaştırdığı klişesi tamamiyle yalan. İnsanı olgunlaştıran zaman değil, insanı olgunlaştıran yaşadığı olayların kaç defa tekrar edildiği.

Bunları sadece kendime mi anlattım yoksa kaçıncı bardaktan sonra masada kaç kişi varken bahsettim onu da hatırlamıyorum. O sırada pub’da bangır bangır çalmaya başlayan Are You Gonna Be Mygirl’le kendime geldim. Bugünün silik bir gün olduğunu düşünebilirdim, bir insan ömrünün ortalama yirmi dokuz bin dokuz yüz otuz gün olduğunu baz alırsak çöpe atılacak tek bir günün kimseye hiçbir zararı olmazdı. Tam ben “ne zamandan beri tek başımayım acaba” diye sorgularken duydum mesaj sesini. “Keşke mesajı açarken heyecanlanabileceğim biri olsaydın” diye düşünerek telefona elimi uzattım ve mesajı açtım; “nasılsın?” Nasıl mıyım? “Boşversene” dedim dışımdan, muhtemelen duymadı.