Duygu
ile mantığın bağlarını kopartıp paramparça olduklarını izledim o gece.
Mantığıma sapladığım her darbe duygu boşluğumun daha çok büyümesine ve onunla
birlikte hafiflememe yardım etti. Evden çıkarken kapıyı kapattığım andaki sesi
bu hafiflikle açıklayabiliyorum sadece. Arabaya atlayıp en uzak yolu seçmemin
sebebini ise sadece 2-3 şarkı daha fazla dinlemek istemiş olabileceğime
bağlıyorum. Şarkılardan medet uman bir hayat, kendiyle ne kadar çok baş başa
kalırsa kalsın sadece daha çok içselleştiriyor yalnızlığını; daha çabuk kabul
ettiriyor, daha kolay kayıyor kelimeler boğazdan sözlere eşlik eden notalarla.
Şarkılar kuramadığım her cümlenin dışavurumu gibi gözükse de benim dışımda olup
biten her şeyin içimde oluşturduğu kocaman gölge oyunları… Kaç şarkı dinleyerek
yaklaştım Cüneyt Gökçer Sahnesi’ne bilmiyorum, tek hatırladığım hava
yağmurluydu ve yağmur Ankara’ya gerçekten çok yakışıyordu. Mesa Plaza’yı
gördükten sonra Cüneyt Gökçer’e çok az kaldığını fark ederek ayırdım gözlerimi
Ankara’dan ve o anda, o en rahatlatıcı sesiyle “mutlulukla ıslansa dünya…” diye bir şey mırıldandı radyo.
Gülümsedim. Şarkıların tanıklık ettiği an’ların kokusu ve tadı hiç bozulmuyor.
Elimde
sadece üzerinde K-27 numaralı koltuğa oturmam gerektiğini söyleyen harf ve
rakamlar vardı. Yüzünü hayal meyal hatırlıyordum. Gidip yerime oturmak en mantıklı
olanıydı ama evden çıkmadan mantığımı yanıma almadığım için içeri girip
kafeteryanın önünde beklemeye başladım. Salonda da olabilirdi, kapıdan da
girebilirdi. O an sadece kapıya bakıp, içeri girdiğini ve bana doğru yürüdüğünü
görmek istiyordum; Kuğulu Park’ta eksikliğini hissettiğim görüntü ve birden
yanımda belirmesiyle şuan burada olduğumu düşündürten o his… Birden tüm dünyanın
zaman ölçeği değişti; bir göz açıp kapama süresinin 0,5 saniye olduğunu ve bu
sürede bir sivrisineğin kanatlarını ortalama 400 defa çırptığını duymuştum bir
yerlerde. “Göz açıp kapayana kadar” geçebilecek olan zamanın aslında ne kadar
uzun bir süre olduğunu ve normal dilimde saniyeden küçük olan tüm zamanlar
benim için yokken, tam şuanda, bulunduğum bu yerde, bir saniyenin binde biri
hızında otuz üç santimetre ilerleyebilen sesin, yörüngesi üzerinde otuz metre
ilerleyebilen dünyanın ve üç yüz kilometre uzağa ulaşan ışığın yavaşladığını ve
hareketlerinin tüm işleyişlerini görebiliyordum. Kapı yavaşça kapandı
arkasından. Bilinmezliği büyümsemekten kaynaklanan heyecan, kalp çarpıntısı
yapardı her zaman. Birbirini daha yakından tanımak isteyen iki insanın,
birbirlerini tanıdıkça uzaklaşmaya başlama duygusu ise açıklanamaz bir sistem,
insanoğlunun tüketmeye olan bağımlılığı…
Kaç
adım sonra yanımdaydı, ellerini arkadan çıkartıp bir buket beyaz gerbera
uzattı. Buketi görünce zaman tekrar yeni formuna büründü, aklımdan geçenlerin
hızıyla o an ki yaşanan olayın yavaşlığı arasında bir bağ kurdu. Beyaz gerbera
gördüğümde duyduğum o katıksız huzuru nasıl tahmin etmiş olabilir? Elinde
uzattığı çiçeklerin bir tesadüf eseri seçilerek bana uzatılıyor olması da ihtimaller
dahilinde. Tesadüfün ya da beni gerçekten tanıyor olduğu duygusunun peşinden giderek
aldım çiçekleri ellerinden. “Merhaba’lar her zaman güzel bir başlangıca yol
açar” yazıyordu buketin üzerindeki kartta, gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım ve
gülümseyerek “merhaba” dediğini duydum. “Çok beklettim mi? Salona geçmezsin
diye düşünmüştüm ben de.”
Tiyatronun
başlayacağını haber veren zil dağıttı etrafımızdaki görünmez halkayı. Salona
girip arkasından onu takip ederken boynuna ve düşen saçlarına dikkat ettim, ne
uzun ne kısa. Gömleğinin yakası omzuna attığı kazağının altında kalmış, kazağı
çok hafif eğri duruyor, o an tüm evren o kazağı düzeltmemi bekliyormuş gibi
davranıyor. Yerlerimize oturuyoruz, oyun başlamak üzere ve birden duyduğum
kokuyla tüm dekorlar yıkılıyor, gözlerimi Kuğulu Park’ta bana bileti uzatırkenki
an’a açıyorum; parfümü, Axe Chocolate.